Hayatın bize tanıdığı daha kaç gün var, hatta kaç saat, kaç dakika bilmiyoruz. Bir süredir bu mevzuya takılıyorum ben. Korkusuzca, fütursuzca, rahatça yaşıyor olmanın gevşekliği ve umursamazlığı var birçoğumuzun üzerinde. Bu durumun bizi ne zaman pişman edeceğini bilmeden yaşıyoruz.
Kabul! Kötü bir şeyler olmasını bekleyerek zaman geçirmek eldekinin kıymetini anlamaya değil günümüzü zehir etmeye yarar. Öte yandan vücudun gerçekten bir tür biyolojik saatinin olduğuna inanıyorum bugünlerde. Böyle şeyleri belli bir yaştan sonra düşünmeye başlamasına sebep olan falan... Biliyorum, biyolojik saat olarak kullanılan kavram bundan farklı aslında, fakat bağlantılı da...
Düşünsene, biyolojik saatin durunca hayatın bitmiş olacak. Sen artık birileri için "yitirilmiş" olacaksın aslında. Daha önce de kayıp, kaybetme, yitirme üzerine çeşitli yazılar döşemişimdir buralara. Fakat yaş ilerledikçe daha çok kaybediş yaşıyor insan ki bunu yalnızca ölüm olarak değerlendirmemekte fayda görüyorum. Artık görüşmediğin arkadaşın olabilir, ayrıldığın eski sevgilin olabilir, okumak/çalışmak için başka şehre giden kardeşin olabilir ve elbette ölüm... Geri dönüşü olmayan tek yol...
Sahip olduklarımıza tutunmalıyız. Yalnızca kaybetmemek için değil, kazanmak için de uğraşmalıyız. Klişe ama doğru; yaşadığımız her ilişki (EVET HEPSİ!) birer bitki aslında. Onu nasıl sevdiğimiz, nasıl suladığımız, nasıl "gübrelediğimiz" (metaforu kes! :)) hayatımızda açacak çiçekleri, yaşamamız için bize sağlayacağı oksijeni belirleyen faktörler. Birbirimize iyi bakmalıyız. Zira birbirimizden başka bir şeyimiz yok ve bir gün birbirimizi yitirirsek değerini anlamanın da bir faydası kalmamış olacak.
Son söz bu satırları yazarken kafamda dönen Pinhani Şarkısına; beni rahat bırak! Kimseyi kaybetmek istemiyorum!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yazın bakalım 😎