Yılbaşında Televizyonda Ne Var?

Gelelim işin civcivli kısmına... Bugünün diğerlerinden farkı yok, 2022'ye giriyoruz da noluyo, vovovov zinhar günah diyen tayfa kenara çekilsin. Doğum günüm ve diğer bir gün dışında en sevdiğim gün olan 31 aralık için birazcık heyecanlanıyor ve cıvıldıyorsam, kimseyi dinlemeden kutlamamı da yaparım. Benim gibi düşünenler peşimden gelsin ve yılbaşı programlarını konuşalım!

2021'de Neler Olmuş?

Eveeeeet. Yıl yarın bittiğine göre geleneksel iki yazımdan yıla veda yazısına başlayayım dedim. Bakalım ne ekşınlar çevirmiş, nerelerde fink atmış, neler okumuş, kimleri dinlemişim. Bu beni niye ilgilendirsin diye düşünenler olabilir, haklıdırlar. Buraya yazdığım her şey gibi geride bıraktığım yılla ilgili yazdığım bu almanak kılıklı yazı da tarihe düştüğüm bir nottur. Avrupa Yakası Dilber gibi, ben bunları buraya koyarım beğenen alır gider beğenmeyen bırakır kaçar. Haydi, başlayalım!

Önce Sen Vardın | Canan Tan

Son yazacağımı baştan yazayım, okuduğum çoğu kitaba ıskalamayın diye noktayı koyarım ya, bunu ıskalarsanız bir şey kaybetmezsiniz. Tek Adam'dan sonra geldiğinden midir yoksa ben artık o kadın olmadığımdan mıdır ilk kez bir Canan Tan kitabını lütfen bitirdim diyebilirim. Kitap hikayelerden oluşuyor. Genel olarak da kadın hikayeleri bunlar. Fakat bir türlü beni içine çekemedi. Duygulandığım hikayeler oldu, kızdığım hikayeler oldu, Akrep gibi çarpıldığım hikayeler oldu ama genele baktığımda bir olmamışlık mevcuttu maalesef. Oysa ben tarih kitabından sonra bir mola olması maksadıyla almıştım elime. Bu sefer de biraz hafif kaldı sanıyorum. Kitap fuarından aslında hiç araştırmadan almıştım. Biraz araştırılabilirmiş, evet. Neyse, kitabın bendeki baskısı Doğan Kitaptan, 232 sayfa ve 47 TL. Bu kitaba 47 TL istemek?... Enteresansınız cidden. 

The End Of The Fucking World

Netflix dizilerini eritme konusunda seri şekilde ilerliyorum bu ara. Dizimiz 2017-2019 yılları arasında yayımlanmış, 2 sezonda 16 bölüm ihtiva eden ve her bölümün 20-25 dakika arası sürdüğü bir dizi. Ben yazıyı yazarken IMDB puanı 8.1/10'du, epey yüksek bir puan, evet. Açıkçası izlemeye başladığımda ergen dizisi mi ne bu diye düşünmüştüm fakat derinine sonra sonra dalınıyor, bilememişim. Alyssa ve James isimli iki okul arkadaşı gencimiz var. Aileleri ile çeşitli mevzular yaşamışlar, spoiler vermeyeyim, izleyin. Bu mevzular neticesinde de sıkıntılı çocuklar. Oyunculuklar ile ön plana çıkan bir iş yine. Özellikle Alyssa'yı canlandıran Jessica Barden'ın aksanı, kelimelerin üzerine basa basa konuşması ve özellikle de her "what" deyişi istemsizce gülümsetti beni. Dizinin bir diğer olumlu tarafıysa açık ara müzikleri. Arkana yaslanıp tek başına oturduğun bir ortamda dinlemelik tam. Şu an bu yazıyı yazarken de fonda çalıyor. Merak edenler için spotify listesine şuradan yürüyebilirsiniz. Dizinin bir de Bafta ödülü var en iyi drama dalında ki Bafta dediğin de kolay kolay kısmet olmaz hiçbir işe. Dizinin verdiği en net mesaj bence; çocukların bazen büyüklerden daha olgun olabileceğiydi. Son olarak internette şöyle bir illüstrasyona denk geldim, paylaşmadan geçemeyeceğim. Mutlaka izleyin!


Tek Adam Cilt 2 | Şevket Süreyya Aydemir

Mustafa Kemal'in ve ülkenin gelişip büyümeye en açık dönemi olan 3 senelik periyot işlenmiş bu kitapta. İlk cilt biraz daha insaniydi zira bahsedilen olaylar ya doğrudan Mustafa Kemal ile ilgiliydi ya da Mustafa Kemal üzerinden işleniyordu. Bu kitapta ise biraz daha yavaş bir akış var. Üç senenin 500+ sayfada kaleme alındığını düşününce şaşırtıcı olmasa gerek. Kitabın bir tarih kitabı gibi hissettirerek yoruyor olması da sanıyorum bu yüzden. Kitap Paşa'nın Samsun'a gelişi ile başlıyor, Büyük Taarruz Zaferiyle sona eriyor. Arada geçen periyotta meclis kuruluyor, bazı cephe savaşları oluyor, ülkenin kurtuluşu için savunan pozisyonundan saldıran pozisyonuna geçiliyor. Mustafa Kemal'in zaman zaman yaşadığı umutsuzluklar ile ülkenin topyekûn savaşa hazır olması, aslında neredeyse hiç kaynağı olmadan hem de, okurken beni en çok duygulandıran bölümler oldu. Zaten yeni ülkenin kuruluş aşamasında yapılan fedakarlıkların hakkını bir türlü veremediğimizi hissederim her zaman. Kitabı okurken yine bu hissin altında ezildim desem yalan olmaz herhalde. Kitabın bendeki baskısı Remzi Kitabevinden, 544 sayfa ve indirimli fiyatı 35 TL. Keşke herkes, bilhassa onu anlamayanlar, okusa bu kitabı. Iskalamayın benim gibi geç kalanlardansanız.

The Fall

Yeni bir Netflix dizisi ile karşınızdayım. 2013-2016 yapımı bir İngiliz dizisi Fall. 3 sezonda toplam 17 bölüm var. Bölümler ortalama 50 dakika civarında. Gerilim/polisiye türünde. Ben bu satırları yazarken IMDB puanı 8.1/10'du, epey kuvvetli bir puan. Konusuna gelince Kuzey İrlanda'da bir kadın öldürülüyor. Akabinde Stella Gibson isimli kadın dedektif cinayeti çözmek için geliyor. Stella soğuk, Stella güçlü, Stella başarılı. Erkek hakim bir alanda kendini ispat etmeye çabalayan ve duruşu olan bir kadın ki beni de biraz buradan tavladı sanıyorum. Neyse bir seferle kalmıyor cinayet ve seri cinayetlere dönüşüyor. Jamie Dornan'ın çizdiği profil müthiş tek kelimeyle. Bu kadar gerçekçi nasıl oynamış, hayret ettim izlerken. İki çocuk babası, iş güç sahibi bir adamın karanlık tarafını şaşırarak seyrettim açıkçası. Dizinin verdiği en güçlü mesaj "kimse göründüğü gibi değildir" oldu benim baktığım yerden. Dizide en ifrit olduğum karakter ise çocuk bakıcısı olan ergen Katie oldu. Tam bir ergen ahmaklığı var kızda. Bak yine sinirlendim. Sırf oyunculuklar için bile izlenir. Sakın ıskalamayın.

Ölüm

Başlığın iç karartıcı olduğunun farkındayım. Bu konuyu konuşmak bile benim için bir tabudur, o derece uzak kalmaya çalışıyorum. Fakat bugün, istiyorum ki korkularımdan kurtulmak için onların üzerine gideyim. Asla, asla dememek gibi, kaçındığım bu konuda birkaç cümle çıksın parmaklarımdan. En azından bir sonraki taziyem için daha dik durabileyim. Bakalım neler çıkacak? Ben merak ediyorum, yetmez mi? Bence yeter!

Kalanlar | Tezer Özlü

Kitap bir nevi günlük. Tezer Özlü'nün 80li yılların başında Avrupa'nın çeşitli yerlerinde geçirdiği günlerde yaşadıklarını kendi elinden dökülen kelimelerle okuyoruz. Tezer Özlü'nün hüzünden depresyona doğru kayan bir ruh hali var. Adeta sayfaları okurken o acıyı seziyorsunuz. Zaten ölümünden önce derlenebilen son kitabı da olduğunu bilmekten dolayı bir parça daha üzülüyorum. Fakat kitabın muhtemelen bir günlük kafasıyla yazılmasından veya doğru tabir kullanayım derlenmesinden dolayı o daldan dala atlamalar biraz savruk hissettiriyor. Yani bir konuyu okurken bir satır sonra hiç alakası olmayan birinin hikayesini okuyoruz. Böyle devamlılığı olmayan sayfalar, eğer okuduğum bir öykü kitabı değilse, beni çok içine alamıyor. Mesela bu incecik kitabı bitirmem birkaç günümü aldı, normalde sabah servise bindiğimde açıp, akşam eve geldiğimde çantadan çıkarmış olmam lazımdı. Öte yandan kitaptaki hüznü kendime yakın bulduğumu itiraf etmem gerekiyor. Son zamanlarda üzerime çöken karamsar ruh halinin de etkisiyle olsa gerek dünyaya karşı bu soğumayı anlayabiliyorum kendimce. Kitabın bendeki baskısı Yapı Kredi Yayınlarından, 75 sayfa ve 12 TL.

Damızlık Kızın Öyküsü | Margaret Atwood

Dizisini çarpılarak izlediğim Handmaid's Tale hikayesinin kitabı Damızlık Kızın Öyküsü. Atwood tarafından yaratılmış distopik bir çevrede geçiyor. Zamanın bir yerinde, nükleer bir patlama neticesinde bazı kadınlar doğurganlıklarını kaybediyorlar ve Cambridge çevresinde kurulan Gilead isimli bir tiranlık, doğurganlığını kaybetmemiş kadınlar ülkenin nüfus devamlılığını sağlayabilmeleri maksadıyla, ülkenin ileri gelen ailelerinin yanına veriliyor. Damızlık kız tabiri de işte buradan geliyor. Atwood'a bu bir feminist kitap mı diye sormuşlar (kitabın ön sözünde) o da feminizmden ne anladığınıza göre değişir demiş. Kadınlara yapılan cinsel bir şiddet var kitapta. Ataerkil düzenin kadınlar üzerine kurabileceği baskının belki de had safhasını görüyoruz. Aklımızın alabildiği en uç noktalardan birisi bu olsa gerek: Yalnızca kadınsınız diye size damızlık muamelesi yapılması... Bu yüzden evet, bence bir feminist kitap. Fakat ne olması gerektiğinden ziyade "bakın bu olabilir, olmasın" diye bağırıyor her sayfasında. Kadının bedeninin bir kuluçka makinesi olarak görülmemesini diliyor kendi penceresinden. Diziyle kıyaslamam gerekirse kitabın bittiği yerde dizi bitmedi, izlemeyenlere de okumayanlara da spoiler vermeden böyle diyeyim yalnızca. Elbette ana hikaye ortak fakat ayrıldığı noktalar da mevcut. Kitabın bendeki baskısı Doğan Kitap'tan, 384 sayfa ve 48 TL. Iskalamayın.

Adele | 30

19, 21 ve 25 Adele'in albümlerinin isimleri. 30 ise 4. ve son çıkan albümü. Diğer albümlerine göre caz esansının daha kuvvetli olduğu bir albüm. Son iki senedir listelerimde üst sıraları zorlayacak kadar caz dinlemeye başladığımdan olacak, benim en beğendiğim Adele albümü oldu. Someone Like You'nun yerini hiçbir şarkısı alamaz, o göz bebeğim. Fakat bu albümde salt Adele sesi duyuyoruz. Kimi şarkılarda yalnızca fonda bir piyano ve başka hiçbir enstrüman olmadan Adele'in sesi var. Sağlam gırtlak ister bunu başarmak, özellikle müzikal alt yapı cazdan oluşuyorsa... Albümde 12 şarkı var. Benim favorilerim albümün ayrıca çıkış şarkısı olan Easy On Me, elbette Woman Like Me ve To Be Loved oldu. Plasem ise bana siyah beyaz bir film izleme hissiyatı yaşatan All Night Parking. Açıkçası Adele boşanmasının acısını bizden, onu dinleyenlerden çıkaracak zannediyordum. Paramparça edecek, kalp kıracak şarkılar bekliyordum. Ters köşe oldum, şarkılar gayet keyifli. 12 şarkıda şunu bir daha dinlemem muhtemelen dediğim bir şarkı bile yok. Öyle ki dinlemeye başladığım günden beri de serviste gelip giderken, kitap okurken, dinlenirken sürekli kulağımda, hatta şu an bile... Huzurlu, aynı zamanda da güçlü bir albüm olmuş bana göre. Bakalım sevecek misiniz? 

İrade Terbiyesi | Jules Payot

Serdar Kuzuloğlu'nun podcast'ini dinlerken duymuştum ilk. Sonra da sanırım Özgür Mumcu ve Eray Özer'in podcast'inde geçti bu kitap. Hayır, kitap podcast'lere özel değil elbette. Okumaya karar verdiğimde ismi bile beni cezbetmeye yetmişti çünkü başka türde şeyler okumak, yeni pencereler açmak bu sıralar okuma serüvenimin en belirgin sebepleri arasında yer alıyor. Jules Payot bir pedagog ve bu kitabı neredeyse 200 sene önce yazmış. Fakat zamanın ötesinde bir kitap olduğu için bugün okuyan beni de içine çekebiliyor. Gel gelelim kitabı okuması gereken kişi ben değilmişim, okurken fark ettim. Bu kitabı üniversite öğrencileri okumalı. Çocuğu üniversiteye giden ebeveynler okumalı. Lise ve üniversitede öğretici görevdeki insanlar okumalı. Çünkü kitabın irade terbiyesi vermeyi hedeflediği kitle, 34 yaşında, hayatının bir bölümünü kurmuş ve ilerlemiş bir kadından ziyade, eğitiminin son bölümüne başlamış, lisenin disiplininden çıkıp "üniversiteli" kafasına girince ipinden kurtulmuş eşek gibi hayata atılmak için yanıp tutuşan gençlerden oluşuyor. Öyle ki hayatımın o döneminde bu kitabı okumuş olsaydım, ki disiplinli oluşuyla ünlü bir insan değilimdir, belki de daha farklı bir hayat yaşıyor olabilirmişim diye hissettirdi. Kitap 200 sene önce yazılmış dedim ya, bugüne bakınca yalnızca fonun değiştiğini çocukların hala aynı dertlerinin olduğunu, kitaptaki 1800'lü yıllardaki Parisli gençlerle 2020'li yıllarda Türkiye'de yaşayan gençlerin aynı yollardan geçtiğini görmek dünyanın aslında ne kadar basit olduğunu düşündürdü bana. Hayat kendini tekrar edip duruyor, biz de birer fare gibi o çemberin içinde dönüp duruyoruz. Kitabın bendeki baskısı Ediz Yayınevi'nden, 200 sayfa ve 25 TL. 

Tek Adam Cilt 1 | Şevket Süreyya Aydemir

Hayatımda yapmak isteyip bir türlü fırsatına erişemediğim bir çentiği daha atmanın büyük keyfi içerisindeyim. Tek Adam, Mustafa Kemal'in anlatıldığı 3 ciltlik bir eser. Serinin ilk cildi Mustafa Kemal'in doğumundan Samsun'a çıkışına geçen sürenin anlatıldığı tarih aralığından bahsediyor. Kitap 8 bölüm ve eklerin yer aldığı bir son kısımdan oluşuyor. Bu bölümlerin arasında annesinin ele alındığı ilk bölüm ile Enver Paşa ile olan çekişmelerinin anlatıldığı 4. bölüm beni en çok etkileyen bölümler oldu. En çok sinirlendiğim sayfalar ise Sarıkamış'ın anlatıldığı kısım ve itilaf devletlerinin İstanbul'a çıkarma yaptığı dönemin anlatıldığı kısımlardaydı. Göz göre göre ölüme yürünen Sarıkamış vakası sanıyorum tarihimizin gelmiş geçmiş en büyük cinayetidir. Yönetme hakkına sahip insanların kendi hırsları uğruna binlerce insanı ölüme götürmesi gaflet değildir de nedir acaba? Sonra İstanbul mevzusu... Bugün bazı haber kanalları son padişahin mağrur bir sürgünle ülkesinden uzaklaştırıldığı yönünde bazı haberler yapıyorlar ki bilmeyene tertemiz yuttururlar. İstanbul'u İngilizlere anahtar verecek kadar peşkeş çektiği sonra da can korkusuyla kaçıp gittiği anlatılmaz mesela... Neyse, yazdıkça yine yükselmeye başlıyorum. En iyisi siz de deneyin sonra tekrar konuşalım. Kitabın bendeki baskısı Remzi Kitabevi'nden, 392 sayfa ve 45 TL. Kitap okurken bile para pul konuşmaktan tiksiniyorum ama bizi buna mecbur bırakanlar bir gün utanır inşallah. Seriyi Amazon'da indirime girdiğinde sanıyorum 90 TL'ye almıştım. İndirim kovalayın ve mutlaka edinin. Tarihi doğru şekilde öğrenmenin tek yolu belgelerden okumaktır, unutmayın.

Hazan | Ayşe Kulin

Ayşe Kulin'in bir üst nesilden itibaren otobiyografisini yazdığı seriden benim elimde
Veda, Umut, Hayat ve Hüzün mevcut. Bunun dışında bir de orta yaş sonrasını anlattığı Hayal isimli kitabı varmış, okumamıştım, sepetime ekledim, ilk fırsatta edinip okuyacağım. Okuduğum kitapların linklerine tıklarsanız hepsini keyifle ve birçok kısmını da gözlerim dolu dolu okuduğumu göreceksiniz. Ayşe Kulin yalnızca ailesinin ve kendisinin hikayesini anlatmakla kalmıyor, kitapta geçen dönemin Türkiye'sine de şöyle bir mercek tutarak tarihe de güzel bir not düşüyor seride. Hazan ise, kendi tabiriyle söylüyorum, Ayşe Kulin otobiyografi serisinin son kitabı. Artık 80 yaşının eşiğinde olan yazar bir nevi okuyucusuna veda ediyor. Elbette Allah geçinden versin, kaldı ki Kulin'in göçmen olan ataları epey uzun da yaşıyorlarmış maşallah, ama kitapta o veda havası hiç dinmek bilmedi. Umuyorum kitabın bir yerinde şaka yollu çıtlattığı "kış" kitabını da yazabilmek kısmet olur. Serinin diğer kitapları gibi hikayeleştirilmiş bir şekilde değil de anıların kare kare dökülmesi şeklinde akıyor. Arşivinden okurları için çıkardığı fotoğraflar kadar Irvin Mandel tarafından kitabın içerisine serpiştirilmiş illüstrasyonlar da keyifliydi. Kitapla ilgili düşeceğim tek şerh, bu kitabı herkes sevmez. Meraklısı okur. Kulin severler okur. Ben okudum, keyifliydi. Kitabın bendeki baskısı Everest Yayınlarından, 350 sayfa ve 39 TL.

Mutlu Olma Sanatı | Arthur Schopenhauer

Kısa klasiklere arada bir göz gezdirmek hoşuma gidiyor. Hem sert kitapların akabinde bir dinlenme molası oluyor hem de kısacık olduğu için ekseri aynı gün içerisinde bitiyor. Schopenhauer'e göre hayattaki 45 kuralı icra ederseniz mutluluk sanatını icra etmiş olacaksınız. Kitapta kimisi üç satır kimisi üç sayfa olan 45 kural var. Mutluluk için sürekli vurgulanan şeyler; kendi kendine yetmenin gücü, vücudun sağlığı ve neşeli bir mizaç. Okumayanlar için spoiler vermeyeyim ama eudaemonia diye bir kavramdan bahsediliyor kitapta. Bu kavram insanı mutluluğa eriştiren hayatın bilgisi manasına geliyormuş. Yine spoiler vermeyeyim ama kitabın adı ne kadar Mutlu Olma Sanatı olsa da, aslında mutluluğun gerçek olamayacağını anlatıyor. Bir de kitapta en sevdiğim şey bazı Latince deyişlerin var olmasıydı. Özellikle şu cümlenin Latincesi de Türkçesi de çarpıcıydı: "Aklı başında kişi hoş olanın değil, acı vermeyenin peşindedir." Benim böyle bir huyum yok ama kitap altı çizen birisiyseniz ve okumaya da niyetlenirseniz, bu kitabı bol bol çizeceğinizden şüpheniz olmasın. Kitabın bendeki baskısı Can Yayınları'ndan, 53 sayfa ve 8,5 TL.

Kadının Adı Yok | Duygu Asena

Dört sene Ankara'da kusursuz bir çevrede, el bebek gül bebek çalışırken ailemin Konya'da yaşıyor olması nedeniyle tayin istedim. Tayinim gerçekleştikten birkaç ay sonraydı sanırım, bir işi sempatik kanalla halledivermiştim. Birlikte çalıştığım elemanlardan birisi dişlerinin arasından "çifte standart" demişti işi halletmeme. Hayatımda hiçbir cümleden, deli gibi sevdiğim adamın sırf ondan daha kolay vazgeçeyim diye söylediğine emin olduğum (çünkü olayın üzerinden birkaç yıl geçti ve aynı adam her gün tam aksini söylüyor) "seni sevmiyorum" cümlesinden bile bu kadar tiksinmemiştim. Daha geriye sarıyorum, çocuk aklımla oğlanlarla misket, kızlarla bebek oynar ve aynı şeyleri grup olarak oynayamadığımız için ifrit olurdum. Büyüyünce buna toplumsal cinsiyet kalıpları adının verildiğini ve feminizmin de önce bunu bitirmek için uğraştığını okudum, dinledim, öğrendim. Çünkü toplumsal cinsiyetin sonu gelirse o hep kovaladığımız eşitliğin, çocuk aklımla aramıza sokulan ayrılığın sonunun geleceğini düşündüm her zaman. Duygu Asena'nın bu şahane kitabı işte tam da bu düşüncemin tezahürü gibi. Ailesinin dışarıdaki dünyadan soyutlamaya çabaladığı bir kız çocuğu, büyüdükçe kendisini ispat etmeye çalışan bir kadına dönüşüyor. O kadın kendisini geliştirip başardıkça, erkeklerin ve hatta diğer kadınların kafasında hep aynı cümle; "acaba kimin torpillisi?". 

Kitabın adı da tam bu minvalde belirlenmiş. Kadının Adı Yok yıllardır okumak için tutuştuğum fakat her şeyin bir vakti var cümlesinin gerçekliğini kavradığım bir eser. Belki 3-5 sene önceki Serap, bu kadar çarpılmazdı. Elimde olsa, Mustafa Kemal'in Nutuk'unu herkese okutmak istediğim gibi bu kitabı da yalnız kadınlara değil herkese okutmak isterdim. Kadınlara çaresiz değilsiniz, çare sizsiniz diyebilmek; erkeklere ise kadınların sahibi değil en çok yol arkadaşı olduğunuzun farkına varın artık diyebilmek için, toplumsal yargı kalıplarını yıkabilmek için, eşitlik için, birken bile birey olabilmek için! Kitabın bendeki baskısı Doğan Kitap'tan, 198 sayfa ve 38 TL. Okumak için bir gün bile beklememenizi dilerim.

Cerrah | Tess Gerritsen

Gerritsen adını sıklıkla duymaya başlamıştım. Bir serisi olduğunu ve bu serinin başlangıç kitabının da Cerrah olduğunu da biliyordum. Diğer kitaplarını da merakla bekliyorum. Geçtiğimiz haftalarda gittiğim kitap fuarında Doğan Kitap'taki güzel indirimi görünce hemen yapıştım tabii. Başladıktan sonra da cayır cayır aktı kitap. Zaten polisiyenin en sevdiğim tarafı bu. Kitap isterse 4565412 sayfa olsun bir nefeste bitirmeyi kabul et, bir nefeste bitirirsin. Arada bir serpiştirince böyle akıp giden kitap iyi oluyor. Neyse kitaba döneyim, goygoyu hep yaparız. Bir katilimiz var kitapta. Kadınların önce rahmini alıyor sonra da onları öldürüyor. Kitapta bile kadına şiddet, evet. Okurken gerilmeden çevirdiğim tek bir sayfa bile olmadı. Yazarın doktorluktan geldiğini okumuştum bir yerlerde. Tıbbi terimler, kitabın altında açıklamalarına kadar var, kitaptaki gerilimi sürekli yüksek tutuyor. Bazı sayfalarda, bu tarz kitaplarda ekseri sonlara doğru görülen, heyecan ve adrenalinin artması dolayısıyla da uçarcasına okuma arzusu bünyeyi ele geçiriyor. Katilin kim olduğunu tahmin etme mevzusu polisiye okurken genelde vardır ya, işte bu kitabı okurken olmayacak. Bu yüzden hala okumadıysanız ve niyetlenirseniz tavsiyem katil kim sorusuna cevap aramak yerine kitabın keyfine varmanız olur. Kitabın bendeki baskısı Doğan Kitap'tan, 376 sayfa ve 47 TL. Polisiye gerilim seviyorsanız ıskalamayın.

Demian | Hermann Hesse

Daha önce hiç Hesse kitabı okumadığımı itiraf ederek başlayayım öyleyse. Başlamak için doğru tercih miydi bilmiyorum ama beni rahatsız etmedi, hatta güzel bir tanışmaydı bile diyebilirim. Genç bir adamın yetişmesini okuduğumdan mıdır bilmiyorum Werther'in hikayesine benzettim. Kendini tanımanın, kendi içine dönmenin, büyümenin ne olduğu anlatılıyor kitapta genç bir erkeğin gözünden. Bu genç adam, Sinclair, büyürken ciddi gelgitler yaşıyor kendi içinde. Aslında fark etmeden çocukların kanatlarını kırıyoruz. Kimi zaman yaptığımız kritiklerle, kimi zaman verilen eğitimle, kimi zaman da çocukların kendi aralarında yaşadıkları o saçma hırçınlıkla. Şanslı olanlar ise kırık kanatlarını onarıp yola devam edenler. Sinclair'in hikayesini okurken kendi içine dönme ihtiyacı duyuyor insan. Kendi iyisini, kötüsünü, nereden gelip nereye gittiğini görmek istiyor. Ne mutlu başarabilene! Kitaba adını veren Demian ise Sinclair için bir nevi mentor olduğunu belirteyim. Çevremizde Demian'ların çoğalmasını dileyerek noktayı koyuyorum. Kitabın benim okuduğum baskısı Can Yayınlarından, 211 sayfa ve 30 TL. Felsefeyi seviyor, okurken "yer nere gök nerede ben neredeyim" kafasına ulaşmayı seviyorsanız, adamınız Demian!

The Undoing | 2020

Ankara'da bir hafta sonu... Ne izlesek konulu sohbetler ve araştırmalar yerine BeinConnect'i açıp Nicole Kidman ve Hugh Grant isimlerini aynı afişte görmemiz, IMDB puanı ve neticede tek sezonluk bir mini dizi olması neticesinde iki geceye yayarak hakkından geldik. Biraz konuşalım istedim diziyi çünkü yeni olmakla birlikte ortamlara düşmüş. Belki benim gibi Grant'i sevenler, Kidman'ı merak edenler veya işin tamamen sinema tarafında olup bu keyifli işi izlemek isteyenlere bir fikir olur diye düşündüm. Konuşalım bakalım.

Gökyüzü Herkesindir | Zülfü Livaneli

Araya bir yerlere şiir kitapları serpiştirmeyi seviyorum. Sanki yorulan okuma yolculuğuma bir minik mola, bir nefes arası, bir duygusallık serpiştiriyor. Son günlerde incinmiş olan ruhuma iyi geliyor itiraf etmem gerekirse. Bir de bu şiir kitabının Livaneli tarafından kaleme alındığını düşünün şimdi... Kimi noktalarda şarkılarında geçen mükemmel sözler, bir noktasında Akdeniz için yazdığı "tuzundan mahrum etme bizi" cümlesi ve fakat özellikle kitaba adını veren o şiir. Birkaç satırdan oluşan Gökyüzü Herkesindir, benim için bir motto, bir motivasyon kaynağı. İşyerimdeki masamın üzerinde kare bir post-it kağıdında yazılı duruyor yıllardan bu yana. Bu şiirin Livaneli'ye ait olduğunu bilmediğim zamanlarda bile bu durum böyleydi. Sonra Livaneli'ye ait olduğunu gördüğümde, müthiş bir aydınlanma ile, başka kim yazabilir ki diye düşündüğümü hatırlıyorum. Nispeten zor geçen bir ömrü var Livaneli'nin. Kendi hayatını yazdığı Sevdalım Hayat kitabı vardır mesela teferruatlı şekilde bu konuyu işleyen, ki benim de en sevdiğim kitaplar listesinde zirvededir, mutlaka okunması gerekiyor bence. Hayatının bir döneminde ülkesinden, yönetmeyi hayal ettiği İstanbul'dan ayrı düşürülmüş, sırf birilerinden farklı düşünüyor diye. Bugün hangimiz aynı duyguyu hissetmiyor, "buralardan çekip gitmek lazım" demiyoruz ki mesela? İşte böyle bir ruh haliyle kaleme alındığını düşünüyorum. Şiir seviyorsanız ıskalamamanızı öneriyorum. Kitabın bendeki baskısı Doğan Kitap'tan, 108 sayfa ve 18 TL.

The Chestnut Man - Kestane Adam | 2021

Nelsson'un Galatasaray uygulamasına verdiği röportajda geçmişti dizinin adı. İskandinav yapımlarına da Lilyhammer ve Borgen'dan sonra sempati duyduğumu itiraf etmem gerekiyor açıkçası. Bu ara polisiye de pek okumadığımdan polisiye-gerilimi de özlemişim. Tüm bu detaylar yan yana gelince diziye başlamaya karar verdim. Gergindi, keyifliydi, çabucak bitti. Bir polisiyede spoiler'ın önemini bildiğim için yazının devamında spoiler vermeden devam edeceğim söz. Buyursunlar.

Veba Geceleri | Orhan Pamuk

Nihayet bitti! Sanıyorum okuduğum en yorucu Orhan Pamuk kitabıydı Veba Geceleri. Özellikle ilk 200-300 sayfada epey uzadı. Belki konunun can sıkıcı bir konu olması, belki benim ruh halimin okumaya el vermemesi, belki dönemin vebası ile günümüzün covidi arasında kurduğum lüzumsuz bağlantı buna sebepti bilemiyorum fakat kitabın ilk 50-60 bölümü gerçekten bitmek bilmedi benim için. Fakat sonra kitabın merkezi hastalıktan yeni bir ülkenin kuruluşuna doğru evirilince (umarım spoiler değildir), biraz daha tempoyu artırdığını itiraf etmeliyim. Yine itiraf etmeliyim ki kitabın arkasında yer alan "Orhan Pamuk yaşayan en iyi yazar" ifadesine katılmadan edemeyeceğim. Zira kitabın başında, ortasında ve sonunda bile kitapta yer alan Minger Adasının gerçekten var olduğunu, Güneydoğu Akdeniz'de bir ada olduğunu, gerçekten bir şekilde Osmanlı vilayeti olduğunu düşündüm hatta araştırmalar yapmak için çeşitli notlar bile aldım. Öyle bir kurgu var ki kitapta, öyle müthiş şekilde resmedilmiş ki ada, adalılar, adadaki yaşantı, hala var olmadığına inanamıyorum. Bu gerçekçilik, tek kelimeyle çarpıcıydı. Belki de, bir nebze şikayetçi olduğum,
 kitabın bu kadar uzun olmasının sebebi adanın gerçekliğini okurlara bütün teferruatıyla yansıtmasıydı. Zamanın çeşitli dönemlerinde hastalıklar, savaşlar gibi büyük yıkımların tekrarlanıyor olması ve değişenin sadece arka plan, mekanlar ve zaman olması ne tuhaf değil mi? Kitapla ilgili nihai kararım nefis olduğu yönünde. Tüm kalbimle teşekkür ediyorum Pamuk'a. Kitabın bendeki baskısı Yapı Kredi Yayınlarından, 544 sayfa ve 45 TL. Sabredin, büyük keyif alacaksınız.

Homeland | 2011-2020

Bir sene gecikmeli olsa da Homeland'in final sezonunu nihayet izleyip bitirdim. Galatasaray ile ilgili konuşmadığımdan blogun son yazıları da genel olarak kitaplarla ilgili olunca araya bir renk gelsin istedim açıkçası. Eh ne zamandır bir dizinin hakkından da gelememişim. Hazır bitirmişken iyi olur diye düşündüm. Spoiler işine çok girmemeye çalışacağım, başarmayı umuyorum. Buyurun başlayalım.

Siyaset Bilimi | Ahmet Taner Kışlalı

"Ciddili" kitaplar okumaya devam ediyorum. Ama sanırım bu kitaptan sonra bir parça molayı hak ettim. Ciddiliden kastım daha akademik, daha resmi dili olan, bir hikayeye bağlı kalmayan kitaplar. Kesinlikle sıkıcı değil. Bu kitap özelinde konuşmam gerekirse keyifliydi bile diyebilirim. Öncelikle müthiş yalın bir dille yazılmış. Okurken kesinlikle yormuyor. Akademik bir dili ve atıflarla bölünen bir yazım örgüsü yok. Giriş ve arkasından üç bölümü barındıran kitap, siyaset öğrenmeye merakı olanlar için adeta bir başucu kaynağı. Bugün güdülen siyasete bakınca kitaptaki verilen bilgilerin ne kadar nahif olduğunu düşünüyorsunuz ister istemez. Fakat yine de Kışlalı'nın gençlere önerdiği gibi yapabileceğimiz tek şey okumak işte. Bugün güdülen siyaset demişken tam bu noktada kitaptan notlarıma yazdığım bir bölümü paylaşarak yazıyı toparlıyorum; "Alain Rouquie, askeri darbelerin laboratuvarı sayılan Latin Amerika üzerindeki incelemelerin ışığında, askeri darbelerin "her zaman bir gelir transferi ve toplumsal planda kartların yeniden dağıtımı" sonucunu verdiğini söylüyor." Kitabın bendeki baskısı Kırmızı Kedi yayınlarından (devam kitabı da varmış onu da attım sepete yakın zamanda okurum), 384 sayfa ve 40 TL. Meraklısına tavsiyemdir.

Dış Politikada Liderlik | Kürşat Kan


Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Kürşat Hoca ile yolum, yüksek lisans yaparken kesişti. Önce Uluslararası Güncel Sorunlar sonra da Türk Dış Politikası derslerini aldım kendisinden, büyük bir keyifle hem de... Kürşat Hoca doktora tezini kitap haline getirmiş, ben de görünce okumak istedim hemen. Dış politikada liderliğin anlam ve önemini, Demokrat Parti'de dışişleri bakanlığı yapan Fatin Rüştü Zorlu üzerinden irdelemiş kitapta. Kitap 5 bölüm ve bir sonuçtan oluşuyor. Benim için en keyifli bölüm ikinci bölüm oldu. İkinci bölümde; çok partili döneme geçiş, Cumhuriyetin ilanından yaklaşık 20 sene sonra Cumhuriyet Halk Partisinin iktidardan olması, yaklaşık 15 sene sonra da yaşanan darbe, zaten Türk siyaset tarihinde ilgimi çeken bir bölüm olmasından da sebeple, okurken bana büyük keyif verdi. Takip eden bölümlerde Zorlu'nun hayatı, tezin araştırma konusu olan liderlik profili analizi metodu ve sonuç bulunmakta. Kitap genel olarak beklediğimden keyifliydi. Zorlu'ya ilişkin çizilen profilse dikkat çekici. Okurken yok yere öldürmüşler adamı diye düşündüm. Haksız yargılamalar, yok yere ölen insanlar, yıllarca parmaklıklar ardında kalanlar... Ülke dönüp dolaşıp 60 yılda bir aynı turnikeye giriyor enteresan şekilde. Ben muhtemelen (inşallah) göremem fakat bundan 60 sene sonrası umuyorum böyle olmaz. Kitabın bendeki baskısı Çizgi Kitapevinden, 224 sayfa ve 30 TL. Siyaset tarihine biraz merakınız varsa, pişman olmazsınız..

Altıncı Koğuş | Anton Çehov

Kitapta gerçeklikle delilik arasında gidip geldim sürekli. Bir insanın kendini ispat etmek için gösterdiği çaba ve çevresindekilerin kendisine gösterdiği duyarsızlık kitapta bana en çok vuran duygu oldu. Altıncı Koğuş bir akıl hastanesinde geçiyor. Hasta mı doktor, doktor mu hasta kestiremeyip sürekli o git gel duygusunu yaşıyorsunuz. Kısacık kitap, ama insanı soktuğu depresif ruh hali ve yaşattığı karmaşıklık boyundan büyük. Kitabın bana hissettirdiği o depresif ruh halinin altında yatan ise tam olarak şu: ne kadar iyi, akil, şerefli ve kaliteli bir insan olmaya çabalarsanız çabalayın, içinde bulunduğunuz toplum kokuşmuşsa, kötü insanlar ihtiva ediyorsa, sizi de köreltir ve içine çeker. Bu fikir o kadar gerçek ve yüz küsur sene öncesinin Rusya'sında yazılmış olmasına rağmen o kadar bugünün Türkiye'sine özgü ki, moralimi bozdu okurken. Kitabı dün bitirmiş olmama rağmen kasvetinden kurtulmak için üzerine uyudum ve bugün yazabildim ancak. Kitabın bendeki baskısı Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlarından, 68 sayfa, 7 TL. Depresif zamanınızdaysanız bi deneyin. Değilseniz depresif zamanınızı bekleyin, modunuz düşmesin.

İnci | John Steinbeck

Kitabı okumadan önce çok fazla görmüş fakat bir türlü fırsat bulamamıştım. İşte izinler bunun için var; fırsat bulamadıklarımızı yapabilmek için. İnci, sanıyorum okuduğum ilk Steinbeck kitabı. Bu kitabı okumuş olmamın sebeplerinden bir diğeri de çevirisinin canım Tomris Uyar tarafından yapılmış olması. Bir ara konuşuruz, çağının ötesinde, nefis bir kadındır Tomris. Kitaba dönecek olursam, Kızılderili, sazlıklarda yaşayan bir ailenin buldukları büyük bir inci ile değişen hayatlarını anlatıyor. Karı, koca ve çocuktan oluşan, kendi halinde bu çekirdek ailenin hırsın, ihtirasın, öfkenin kucağına düşmesi kitabın konusunu oluşturuyor. İnsanların hırsın elinde boğulmasının yanı sıra Kızılderili olmayanların bu insanlara yaklaşımları ile de ırkçılığa göz kırpıyor. Kitap çok kısa olmasından mı yoksa başka bir sebepten mi bilemedim beni bir türlü vuramadı. Keyifliydi, kısaydı, okuması hızlı oldu ama bir klasik midir? Bence değil. Bunun karar mercii ben miyim? Elbette hayır. Fakat bir okur olarak, daha kısa kitaplarda daha çok çarpılmış bir okur olarak, İnci'yi en sevdiklerim listesine atar mıyım? Maalesef hayır. Siz sevdiyseniz, şunu ıskalamışsın Serap derseniz, konuşuruz tabii. Kitabın bendeki baskısı Sel Yayıncılıktan, 102 sayfa ve 16 TL.

Balıkçı ve Oğlu | Zülfü Livaneli

Yıllardan bu yana Doğan Kitap'tan Livaneli'nin nefis kitaplarını okuduktan sonra ilk kez İnkılap Kitap'tan okuyorum, önce bunu belirtmek istedim. Alışkanlıklarına fikri sabit şekilde bağlı bir kadın olarak benim için büyük insanlık için küçük bir değişiklik bu. Livaneli kitaplarını koşulsuz şartsız çok beğenirim. Benim için bazı insanlar vardır ne yapsa altına imzamı gözüm kapalı atacağım, edebiyat dünyasındaki adamım da Livaneli'dir. Balıkçı ve oğlu kitabını yazdığını biliyordum ki, ilk bölümünü zaten gazetede yayımlamıştı daha önce. Kitabı çıkar çıkmaz almış, fakat yazdığı bu deniz hikayesini deniz kenarında okumak istediğim için biraz bekletmiştim. Deniz kenarına inip kitabı elime aldığımda öyle akıcı ve keyifli bir hikaye çizdiğini gördüm ki, denize girmeyi unuttum desem yeridir. Güncel toplumsal olaylara; göçe, kıyıların imara açılmasına, deniz kirliliğine, balık yetiştiriciliğine, kısacası Ege'de ve Akdeniz'de canımızı yakan ne varsa hepsine küçük küçük dokunarak bu incecik kitapla kalbimi eritmeyi yine başardı. Mustafa ile Mesude'nin hikayesini askı olarak kullanmış ve sıraladığım olayları birer birer bu hikayenin üzerine asmış. Kitabın sonunda da birçok kitabında olduğu gibi kendisiyle kitapla ilgili yapılan söyleşiye yer verilmiş. Kitapla ilgili söyleyeceğim son şey, bir Ege hikayesi, bir deniz hikayesi olmasından dolayı bana Sait Faik'i anımsatması oldu. Livaneli, Hemingway'e atıfta bulunuyor ama sanırım ben Hemingway okumadığım için benzerlik kuramadığımdan Sait Faik'e benzettim. Yalın anlatımı ayaklarımı denize sokmuşum da tatlı tatlı dalganın vuruşunu izliyormuşum gibi hissettirdi, tıpkı Sait Faik okuduğum anlarda hissettiğim gibiydi... Kitabın bendeki baskısı İnkılap'tan, 140 sayfa ve 28 TL. Okursanız pişman olmazsınız, bana güvenin.

Kalemiyeden Mülkiyeye | Carter V. Findley

Okulda ders alırken, Türk Dış Politikası dersine giren hocanın tavsiye ettiği bir kitaptı Kalemiyeden Mülkiyeye. Tatile girmeden önce okumayı kendime ödev addettiğim, gerçekten de izne ayrılmadan bitirdiğim, fakat bir türlü yazma fırsatı bulamadığım bir eser olarak kalmıştı. Bugün bilgisayarı elime alıp blogu açınca artık yazma sırasının kendisine geldiğine kanaat getirerek buralardayım. Kitap bir araştırma eser. Beş bölümden oluşuyor. Findley, bugün künye defteri olarak tabir edebileceğimiz, Osmanlı'nın son döneminde görev alan memurların kişisel bilgilerini kaleme aldıkları sicili ahval defterlerinden yola çıkarak imparatorluğun bürokrasisinin nasıl çalıştığını anlatmaya çabalamış. Yer yer istatistikler ve yorumlarıyla sıkıcı hale gelen kitap, Osmanlı'da şakird olarak isimlendirilen devlet personelinin eğitimlerinden kazançlarına hayatlarının görevlerine etkisinden bahsederken, bir tarih kitabı olmasına rağmen keyifli hale geliyor. İmparatorluğun her döneminin batı için adeta bir cazibe merkezi olması, bu kitabı da yıkılışına yakın döneme bakarak Princeton'da bir akademik çalışmanın konusu olarak karşımıza çıkarıyor. Kitabın bendeki baskısı Alfa Yayınlarından, 536 sayfa ve 59 TL. Osmanlı'nın son döneminde kamu yönetimine dair bir araştırma kitabı arıyorsanız, bilhassa akademik olarak, ıskalamamanızı tavsiye ederim.