Nam-ı Diğer Grace | Margaret Atwood

Ama nasıl özlemişim bastı mı giden türden bir roman okumayı! İşte Atwood tam da bunu başardı benim için. Okuyamıyordum bu ara. Elime aldığım kitap akmıyordu. Akmayınca okumaktan uzaklaştığımı düşünüp üzülüyordum. Hatta bir ar "belki de herkesin ömrü boyunca okuyabileceği belli bir kelime kapasitesi vardır ve ben bu kapasiteyi doldurmuşumdur" şeklinde sapkın bir düşünce bile geçmiş olabilir aklımdan. Neyse ki hepsi geride kaldı, iyiyiz. Atwood'u BluTv'de yayınlanan Handmaid's Tale (Damızlık Kızın Öyküsü) isimli kitabın uyarlaması olan diziden biliyorsunuz. Benim okuduğum 2. kitabı oldu. Yine bir kadın hikayesi. Fakat durum bu kez biraz farklı. 19. yüzyıl sonlarının Amerika-Kanada eksenindeyiz. Grace isimli bir kız evinde çalıştığı beyefendinin ölümüyle yargılanıyor müşterek suçlu olarak. Grace'in çocukluğundan yaşadığı zamana doğru bir yolculuğa çıkarıyor Atwood okurunu ve bunu da öyle sürükleyici şekilde yapıyor ki kayboluyorsunuz hikayenin içinde. Bu arada 1996'da yazılan eserin kurgulanışı ne kadar Atwood'a ait olsa da olayın merkezindeki hikaye gerçek bir olaymış ve gerçekten dönemin sansasyonel mevzularından da birisiymiş. Kitapta Atwood'un okuduğum kadarıyla sevdiği iki olgu yine başı çekiyor: Feminizm ve sınıf çatışması. Yine de diğer kitabın distopya olduğunu düşünürsek bu kitaptan ayrıldığını söylemekte fayda var. Sanıyorum Atwood okumaya Ahitler'i edinerek devam edeceğim. Zira bahsettiğim nedenlerden ötürü seviyorum kendisinin evreninde dolaşmayı. Kitabın bendeki baskısı Doğan Kitaptan, 632 sayfa ve 90 TL. Aksın gitsin türden bir kitap arıyorsanız 600 küsur sayfa gözünüzü korkutmasın, gerçekten akıp gidiyor.

Ütopya | Thomas More

Thomas More, 16. yüzyılda yazmış bu kitabı. Olmasını hayal ettiği bir dünya var. Bu dünyayı da Ütopos tarafından kurulmuş bir ada devleti olan Ütopya üzerinden anlatıyor. Ütopya ada devleti, Ütopya tam bir cumhuriyet, Ütopya'da herkes bir şeyler ürettiği için ülke dışa bağımlı değil, Ütopya'da önemli olan para değil karakter... Tam bir ütopya yani. 21. yüzyıldan baktığım bugünden bir ülkenin Ütopya'daki gibi yaşaması imkansız görünüyor. Öte yandan insan düşünmeden edemiyor; ya başarabilseydik? Ya Ütopya gibi bir ülkede yaşıyor, yaşayabiliyor, bunu başarabiliyor olsaydık? Haydi bizi, yani Türkiye'yi geçtim, herhangi bir ülke yalnızca üretime dayalı bir coğrafya olsa ve dünyanın herhangi bir yerinde bu başarılabiliyor olsa, gerçekten insanlık için o kadar sevinirim ki... Elbette bir o kadar da özenirim. Çünkü dünyayı üretmenin kurtaracağını düşünen ekibe dahil görüyorum kendimi ve dünyadaki bütün sorunların özünde de bir şekilde tüketmenin üretmenin yerini almasını, en azından önüne geçmesini görüyorum. Neyse, kitap nefis, ben okudum ağzımın suyu aktı, siz de okuyun sizin de aksın. Kitabın bendeki baskısı Can Yayınlarından, 136 sayfa ve 44 TL. Iskalamayın.

Hesap Lütfen | Vedat Milor

Vedat Milor'un en sevdiğim yanı o entelektüel tarafı. Bilhassa eğitimini aldığı konulara olan hakimiyetini gıpta ile izlerim yıllardır. Bir kitap sahibi olacağını duyduğumdan okuduğum ana kadar kitapla ilgili müthiş bir beklentiye girdim. Beklentimi de fazlasıyla karşıladı kitap. Nurhak Kaya'nın sorduğu sorulara verdiği yanıtlarla çok güzel pencereler açtı karşımda. Bir kere Milor hayattan zevk almasını sonuna kadar bilen birisi. Kendi tabiriyle söylüyorum, iyi bir yemek iyi bir şarap Milor için o kadar önemli ki insana hayatın anlamını sorgulatıyor. Yemek yiyebilmenin verdiği Milor'a hazzı düşününce kendi hayatıma dönüp baktım. Keyif aldığım şeylerden asla ödün vermemem gerektiğini düşündürdü bana sık sık. Çünkü keyif almadığım bir yaşamın yalnızca beni değil bir şekilde hayatıma dokunan her insanı da olumsuz etkileyeceğini düşünüyorum. Kitapla ilgili bir diğer güzel yanıysa Milor'un sosyolog olmasından kaynaklı yaptığı tespitler. Büyük ihtimalle bir tür "mesleki deformasyon" ile sürekli etrafı gözlemliyor. Bu gözlemlerden de topluma ilişkin nefis tespitler çıkarıyor. Kitapta yalnızca Milor'u tanımamıza neden olan gastronomi yok yani. Kitabın baskısı Kronik Kitaptan, 272 sayfa ve 50 TL. Okuyun. Sakın ıskalamayın ki bakış açınıza yeni ve tatlı bir renk gelsin.

Kolera Günlerinde Aşk | Gabriel Garcia Marquez

Kitaba başlamadan önce, hatta başladıktan sonra bile bu kadar çarpılmış şekilde kitaplığa kaldıracağımı hiç düşünmemiştim. Marquez kitapları beni hep allak bullak eder ama bu kez içim ezildi. Kitap doktor Juvernal Urbino'nun ölümüyle başlıyor olsa da aslında Fermina ile Florentino'nun elli küsur yıllık aşkını anlatıyor. Kitabın başında okumaya çalıştıkça kaybolduğumu hissediyor olsam da asıl hikaye başladıktan sonra gözlerim dolu dolu okudum birçok sayfayı. Spoiler sayılacak şeylerden kaçmaya çalışarak biraz konuşmak istiyorum. Sanki yüzyıllardır bir şeyler yazmamışım gibi... Kitaba başlayalı iki haftadan uzun süre oldu. Normalde bu kadar oyalanmazdım fakat işte asıl hikayeye başlayana kadar geçen sayfalar bir parça uzayınca devamı da haliyle gecikmiş oldu. Sonrasındaysa kitap akıp gidiyor zaten. Başları atlatırsanız gerisi geliyor. Ben elimden bırakamadım hatta. Kitabın adında geçen aşkın yanı sıra bir de kolera var elbette. Olay kurgusunun geçtiği ülkede kolera salgını ile başlıyor akabinde de ülkenin durumu, insanların yaşadıkları olay örgüsünün arka planına yerleşiveriyor. Marquez'in betimlemeleri sayesinde de o ülkenin bir bireyi gibi hissediyor ve bu öğrenilmiş çaresizliğin içerisinde adeta boğuluyorsunuz. Kasveti iliklerinize kadar hissederken bir yandan da Mazhar Alanson gibi "aşkın kenarından" geçiyorsunuz. Sevmiş ama kavuşamamış bir kalp olarak kendimi de aradım kitapta. Galiba beni en çok bu noktada yakaladı... Sonra da kafamda hep aynı cümle "bebeğim, böyle şeyler yalnızca filmlerde olur" :) Neyse, kitabın bendeki baskısı Can Yayınlarından (kapağın tatlılığını görüyorsunuz), 442 sayfa ve ben aldığımda 48 TL'ymiş. Filmi varmış, bi ara onu da izleyeyim diye kendime bir notla bitiriyorum. Okuyun.