Türkan | Ayşe Kulin

Türkan gerçek bir hikaye. Rahmetli Türkan Saylan'ın hayatının bir film şeridi halinde gözünün önünden geçmesi olarak özetleyebiliriz. Çocukluğundan, gençliğinden, arkadaşlarından, doktor olmaya karar vermesinden, üniversite hayatından, doktorluğundan, doçentliğinden, profesörlüğünden, emekliliğinden, kurduğu derneklerden, vakıflardan, evlatlarından, eşlerinden, annesinden, babasından birer tutam anlatıyor. Yaptıkları, yaşadıkları, toplum tarafından dışlanmış hastalara uzattığı elinden, cüzam başta olmak üzere hastalıklara açtığı savaştan bahsediyor. Türkan Saylan ile ilgili anlatılan bir sürü zırva var. Araştırılmadan, gerçekler konuşulmadan hakkında yazılıp çizilen anlatılan zırvalar... Kadının yapmaya çalıştığı ve hayatı boyunca da yaptığı tek şey doktor kimliğinin gereğini yerine getirmek sonra da eğitimin eşitliğini sağlayamayan devletin yapamadığını kendi çapında yapmaya çalışmakmış. Saygı duymadan edemiyorum. Birilerinin istediği yola girmedi diye, birilerinin başaramadığını ucundan kıyısından da olsa başardı diye birilerinin gözüne batması, son günlerinde polisler tarafından evinin basılması ve güya "darbecilik" ile suçlanmış olması büyük adaletsizlik. Gerçeklerin de ortaya çıkmak gibi güzel bir huyu var ki zaman hem Ergenekon'un gerçekten bir darbe girişimi olmadığını hem de Türkan Saylan'ın suçladıkları şekilde bir insan olmadığını ortaya çıkardı. Tüm kalbimle rahmet okuyorum. Yaptığı her şey için umarım cennettedir. Kitabın bendeki baskısı midi boy, Everest Yayınlarından, 325 sayfa ve 14 TL. Mutlaka okuyun.

Günlerden Galatasaray #9

Hemen yazdım maçtan sonra, siz 28 Ekim sabahı okuyacaksınız. Hemen yazdım ki sakinleşmeden duygularım yansısın maça... Galatasaray'ın tadı yok bu sezon ve yazık ki ilerleme olmuyor olmuyor olamıyor bir türlü. Yazık ki Beşiktaş da çok kötü. Maçın 60 dakikasında Galatasaray mı daha kötü Beşiktaş mı diye düşündüm ama maçı 1-0 kaybettiğimize göre demek ki biz daha kötüyüz. Keşke Beşiktaş biraz daha iyi olsaydı da 3-4 ataydı bize. Belki kötü oynadığımız yönetimin gözüne giderdi. Galatasaray kenardan iyi yönetilmiyor maalesef. Hocayı dünyada ailesinden sonra en seven insanlardan biri olarak gönül rahatlığıyla söylüyorum ki Galatasaray kötü yönetiliyor. Hiçbir ilerleme olmadan; hatta daha kötüye giderek. Bir maçta kazanıp o özgüveni alsak devamı gelecek. Ama o galibiyet bir türlü gelmiyor. Hoca sürekli Ocak ayını işaret ediyor, Ocak ayına kadar beklemeye değecek bir işaret vermiyor. Kadronun derinliğini göz önünde bulundurunca kötü oynayan oyuncuların kenara çekilmiyor olması takımdaki forma adaletsizliği ile birlikte birbirine inanmayan, güvenmeyen bir grup adamın başı kopuk tavuk gibi ortada dolanmasına gerekiyor. Yapılacak tek şey forma adaletinin sağlanması şu an. Motivasyonu da yakalarsak o ivmeyle şampiyonluğa yürürüz. Şampiyonlar Ligi gitti gider, UEFA'da kalırsak ekonomik anlamda elimiz rahatlar. Sen diz çöktüğün için büyük görünüyorlar Galatasaray, gözünü seveyim ayağa kalk!

On Üç Günün Mektupları | Cemal Süreya

Cemal Süreya'nın her şiirini, her beyitini, her dörtlüğünü gördüğüm zaman çarpılıyorum. Kalbime elini dokunup çekiveriyor adeta. Bu yüzden onunla ilgili, onun elinin değdiği her şeyi de okumak istiyorum açıkçası. Biliyorum, mektup kişiseldir -en azından iki kişisel- fakat bu kitap basıldıysa eğer, okuyarak o kişiselliğe dahil olmak bizim suçumuz değil, kitabı basanın bence. Kendimi akladığıma göre geleyim kitaba... Cemal Süreya'nın eşi Zuhal Hanım ameliyat olmak için hastaneye yazar. Süreya ise hastanede geçirdiği her bir gün için ona sayfalarca dolusu mektup yazar: bazen evde, bazen bir kahvede, bazen vapurda, bazen ise arkadaş ortamında... Yazdığı her mektubu da ertesi gün eşine vermek üzere hastaneye götürür. Mektup alışkanlığı aile bir araya geldikten ve hatta farklı illerde yaşamak zorunda oldukları zaman da devam eder. Cemal Süreya, Zuhal Hanımı çok sevmiş. Rahatsızlığı ve ondan uzak kaldığı dönemde bunu öyle güzel sözlerle ifade ediyor ki, imrenmemek elde değil. Bir de güzellik yapmış mektupları derleyip yazan biz okurlara: kitabın solunda Cemal Süreya'nın el yazısı ile mektubun orijinal halini sağ tarafında ise temize çekilip daktilo edilmiş halini görüyoruz. Ben okuyabildiğim kadarıyla el yazısından okudum. İnci gibi olmasa da zarif bir el yazısı varmış. Kitabın bendeki baskısı Can Yayınlarından, 192 sayfa ve 19 TL. Benim gibi İkinci Yeni Şairlerini sevenlerdenseniz kaçırmayın!

Ay Işığı Sokağı | Stefan Zweig

Stefan Zweig'in kitaplarının hepsini okuyup bitirme arzum ilk kez sekteye uğradı. Ay Işığı Sokağı'nda anlamadığım bir şekilde sıkıldım okurken. Sanırım her şeyin fazlası zarar diyen kişi doğru söylemiş. Kitapta 5 tane hikaye var ortalama yirmişer sayfadan oluşan. Bu 5 hikaye içinde en çok Leporella'yı sevdim ben. Yabani bir kadın hikayesi Leporella sanıyorum sevme sebebim bu oldu. Kitabın genelinde bir depresif hava hakim. Aslında Zweig kitaplarının birçoğu bu şekilde yazılmış fakat bu kitaptaki hikayelerin tamamı bilhassa ölüm teması içeriyor. Sanıyorum biraz bu kasvet yordu beni. Arka kapakta bundan bahsediyor aslında fakat okumadan farkına varamıyor insan ilk bakışta, ben varamadım mesela. Arka kapakta yazan not şu: "Zweig bu öykülerde insanı insanlıktan çıkarıp en uç noktalara sürükleyen deneyimlerin izini sürerken, okuru da ister istemez karakterlerinin ruh çalkantılarının içine çekiyor" O ruh çalkantılarının içinde boğuldum gerçekten. Kitabın bendeki baskısı Türkiye İş Bankası Yayınlarından, 80 sayfa ve 7 TL. Yani atlasanız bir şey kaybetmeyeceğiniz bir Zweig kitabı bence Ay Işığı Sokağı. Fakat benim gibi koleksiyoner merakınız varsa deneyin derim.

Şahsiyet

10 senedir buralardayım, en özendiğim yazı bu olsun istiyorum. Böyle bir işe başka türlüsü yakışmayacak çünkü. Fi, Bozkır, Masum internette yayınlanıp bu işte öncü olmuş işler. Fakat Şahsiyet'i apayrı bir yere koyarım. Öyle gerçek, öyle çarpıcı, öyle acı ki... Dizinin gideceği yeri az çok kestiriyorsunuz, sonu kesinlikle sürpriz değil fakat gidiş yolu öylesine iyi ki hani bi çocuğun yürüyüşünden düşeceğini bilirsiniz badi badi gider yapma düşeceksin diye aklınızdan geçirirsiniz ama o çocuk siz ne kadar düşmesin diye üzerine titreseniz de gider düşer ve ağlamaya başlar sizin de içiniz ezilir ya, işte Şahsiyet'i izlerken tam olarak bu oldu bende. Düşeceğini bile bile, üzüle üzüle izledim diziyi. Nihayetinde dün gece bitti ve unutmak üzerine kurulu bu hikayeyi asla unutmamak için yazmayı istedim. Spoiler butonunu kullanmayacağım yazının devamında, eğer izlemediyseniz, izleyin tekrar görüşelim. Başlıyorum!

Günlerden Galatasaray #8

Bir minik değişiklik bile takıma nasıl kıpırdanma getiriyor görüyorsunuz. Mariano yerine Şener, Yuto yerine Emre, Radamel yerine Florin'i takımda görmek beni ziyadesiyle memnun etti. Özellikle geçen senenin yıldızı olsa da yorgun bir görüntü çizen Soso'nun yerine Emre'nin dinamizmi ilaç gibi geldi. Maçın genelinde üstün bir oyun sergiledi takım. Yalnızca son bölümde orta sahadaki değişikliklerden sonra işler biraz değişir gibi oldu ama neticede kazanmayı bildi takım. İçerideki maçlar mühim. Geçen sene kimse deplasman performansından memnun değildi ama içerideki maçları ala ala şampiyon oldu takım. Bu sene de öyle olur dilerim. Florin'in performansı göz doldurdu özellikle attığı ilk goldeki plase ve plaseden de öte topu kendisi gelip taşıyor olması beni çok mutlu etti. Çünkü bu sezon ofansa yönelik en büyük şikayetlerimizden birisi ileri top taşınmamasıydı malumunuz... Kendi topunu kendisi taşıyan ve taşıdığı topu da gole çeviren forvet candır. Gollerin ikisi Florin'den biri de Babel'den geldi ki Babel'in de bir süredir kritik anlarda gol atamaması sebebiyle eleştirilmesine ilaç olacaktır bu gol. Neticede maçı 3-2 kazanmayı başardık. Salı akşamı Real Madrid maçı var sonra da Beşiktaş maçı. Şu iki maçtan alacağımız 6 puan bizi bambaşka hayaller kurmaya iter ki inşallah başarırız. Aslan gibi savaş Galatasaray, hadi be!

Fırtınada Yanacaksın | John Verdon

Bir polisiyeden ne beklersiniz? Cinayetler, yüksek gerilim, aslında gözümüzün önünde olup bir türlü görmeyi beceremediğimiz bir katil... Verdon, kitaplarında tüm arzularınızı tatmin ediyor. Daha önce okuduğum 5 kitabında olduğu gibi Fırtınada Yanacaksın kitabında da heyecanla karışık o gerginliği yaşatmayı başarmış. Emekli olsa da gizemli cinayetlerden kurtulamayan dedektifimiz Gurney bu kez emniyet teşkilatında işlenen cinayetleri araştırıyor. Henüz kitabı okumamış olanlar için tadını kaçırmak istemiyorum. Zira ben açıp tek bir yorum bile okumadım sonunu görmemek için. Ne alırken ne de aldıktan sonra. Normalde okurken anlaşılır cinayeti işleyen kişi fakat bu kez değil. Kitapta öyle yönlendirmeler var ki hiç şüphe duyulmayacaklardan bile şüphe duyabiliyor ve sonunda düştüğünüz ters köşeye şaşırabiliyorsunuz. Bende de durum böyle işledi mesela. Yine de bir noktadan sonra lüzumsuz uzadığını düşürüp sıkıldığım yerler olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Kitap Koridor Yayıncılık tarafından basılmış, 528 sayfa ve 35 TL. Öncekileri okuduysanız bunu da affetmeyin derim.

Obsesyon!

Türk Dil Kurumu obsesyonu takıntı olarak tanımlıyor. İşi bilen ruh bilimciler ise obsesyonu; "kişinin zihnine girmesine engel olamadığı, zihninden uzaklaştıramadığı düşünce, fikir ve dürtülerdir. Kişinin isteği dışında gelirler, kişi tarafından mantık dışı olarak değerlendirilirler ve yoğun sıkıntı ve huzursuzluğa yani anksiyeteye neden olurlar" şeklinde açıklıyor. Dün kendimle ilgili değerlendirme yaparken aslında hissettiğim şeyin tam olarak karşılığını obsesyon kelimesinde bulduğumu fark ettim. Haydi, kahvelerinizi alın, biraz Serap dedikodusu yapalım...

Günlerden Galatasaray #7

Takımda bir rahatsızlık var. Akıllar sürekli başka yerlerde gibi. PSG maçı dışında 10 maç oynadı resmi olarak bu takım sanıyorum. Kupa kaldırdığımız Akhisar maçı, kazandığımız Kayseri maçı dahil hiçbir maçta aklımız sahada değildi mesela. Bu maçta da keza öyle. Fiziksel olarak hazır değil desen diri olduklarını hafta içi gördük. Kalitesiz desen aynı şekilde. Kimse maval okumasın. Haa maç seçmeye rakip seçmeye başlıyorsak da oturup ayrıca konuşalım derim ben. Şu maçta galip gelememeyi falan geçtim, gol bile atamıyorsak tartışacağımız çok başka şeyler vardır bence. Kimin kafası neredeyse saha içine çevirecek. Artık Hoca mı yapar yoksa yönetim mi yapar kim ne yapıyorsa yapsın. Milli takım arasını hiç bu kadar dört gözle beklememiştim gerçekten. Son olarak, şu maçtan sonra penaltı verilmedi hakem kötüydü falan demesin hiç kimse. Neyin hakemi Allahın aşkına, takım top oynamıyor! Neyse. Kapatıyorum artık. Takım böyle devam etmeyecektir diye umuyorum. Tez zamanda yükseliş devrimizin gelmesi sebebiyle... Yürüyedurun!

Gitme kararı almak

Kafamın içinde zonklayan cümleler oluyor bazı anlarda. Geçen hafta okuduğum Ferzan Özpetek kitabı olan Sen Benim Hayatımsın zonklayan cümlelerden birini ön plana çıkardı. Sezen'in malum şarkıda söylediği "yer nere gök nerede ben neredeyim" cümlesini sevdiceğimden ayrı kaldığım zamanlarda sıklıkla duyuyorum kafamın içinde fakat bu sefer öne çıkan cümle "Ankara'dan nasıl ayrılabildim" oldu kitabın bir bölümünü okurken. Ve istedim ki bu bölüm yalnızca kitapta kalmasın. Başucu yazılarımdan birisi olsun istedim içimi okuyan ve Ankara'dan ayrılma kararını almamı sağladığım dönemi benden daha iyi anlatan bu cümleler... Ferzan Özpetek, sadece bu cümleleri bu kadar büyüleyici ve gerçek yazdığın için bile umarım cennete gidersin. 

Sen Benim Hayatımsın | Ferzan Özpetek

Onun sinema dilini çok seviyorum. İddialı, bakılmadık yerlerden bakan, zamanının çok ötesinde, kesinlikle Egeli bir bakışı var. Daha önce İstanbul Kırmızısı adını verdiği kitabını okumuştum. Sen Benim Hayatımsın ise ikinci ve bugüne kadarki son kitabı. Hayatımda okuduğum en çarpıcı kitaplardan birisi. Sevginin, aşkın, bağlılığın önüne geçecek hiçbir şeyin olmadığını; önyargısız yaşamamız gerektiğini; sınırların yalnızca insanların kafasında olduğunu anlatıyordu kitap. Bir aşk hikayesini o kadar etkileyici cümlelerle yazmış ki Özpetek, filmini izler gibi büyülüyor insanı. Roma'yı, Lecce'yi zaman zaman Paris'i, New York'u ve çok az da olsa İstanbul'u öyle güzel bir fon yapıyor ki kitaba büyülenmemek elde değil! Amcasının tabiri ile "nonoşlarla dolu bir arkadaş çevresi" var kitapta. Hayatın acısını da tatlısını da, başarısını da vazgeçişleri de, ölümü de doğumu da kendine Mumyalar diyen bu grubun içerisinde karşılıyor ekip. Okurken gözlerimin önüne hep aynı insanlar geldi -Ankara ailem- eminim herkesin bir "mumya" ekibi vardır. Kitap 13 bölüm ile bir son söz ve bir de teşekkür bölümünden oluşuyor. Benim kalbime en çok dokunan bölümler Veda Yemeği -ki bu bölüme ayrıca bir yazı gelecek- ile En Güzel Armağan bölümleri oldu. Kitabın bendeki baskısı Can Yayınlarından, 240 sayfa ve 24,50 TL. Önyargılarınızdan kurtulup okumayı başarırsanız büyük bir aşkın anlatımı ile karşılaşacağınıza söz veriyorum. 

Beyaz Kale | Orhan Pamuk

Kendi kişisel okuma serüvenimin en ilginç kitaplarından birisiydi Beyaz Kale. Bir kere Osmanlı dönemine dair okuduğum tüm kitaplar saray ve çevresine yönelikti. Ekabir takımı, vezirler, sadrazamlar falan... Ama halka dair hiçbir kitap yoktu elimde. Beyaz Kale nispeten halktan iki karakterden bahsediyor. Kitapta İtalya'da Türk gemilerine esir düşen bir köle var. Bu köle kürek çekmekten kurtulmak adına doktorluk yaptığını bilimle ilgilendiğini söyler ve saraya yakın Hoca lakaplı birinin yanına verilir. Fiziksel olarak Hoca ile çok benzediklerini fark eden köle, zamanla Hoca ile bir olur hatta yer değiştirmeyi bile düşünürler. İki karakter kitap içinde öyle birbiri içine geçiyor ki hangisi hangisiydi okurken kayboluyorsunuz. Öyle ki kitabın yazarı Orhan Pamuk, son söz başlığı ile kitabın sonunda yer verdiği pasajda kendisi bile kitabı kimin ağzından bitirdiğini karıştırdığını itiraf etmiş. Kitapla ilgili gerek yazıldığı dönemde gerekse günümüzde intihal yapıldığı, yani fazlaca ilham alındığı hatta ileriye gideyim; açık açık çalıntı olduğunu söyleyenler var. Yine son söz başlığında Pamuk, yararlandığını/ilham aldığını söylediği kitap ve yazarlardan renkler diye bahsediyor. Kitabın adının Beyaz Kale olmasının sebeplerinden biri bu mudur acaba diye düşündüm. Tüm renkler bir araya gelip o "beyaz"ı oluşturmuş sanki intihalden ziyade... Çok mu zorlama, bilmiyorum... Kitabın bendeki baskısı Yapı Kredi Yayınlarından, 152 sayfa ve 19 TL. Okunmasıyla ilgili Orhan Pamuk okumayıp kim okumayacağız mesela...