Günlerden Galatasaray #3

Maçı insanlarla izlemekten hoşlanmıyorum statta değilsem. Ama sevmediğin ot burnunun dibinde bitiyor ya, benim ki de o hesap... Galatasaray dün akşam Kayseri deplasmanına çıktı. Maçı ite kaka 3-2 kazanarak 3. haftada ilk galibiyetini nihayet alabildi. Hakemin oyunun kontrolünü bir noktadan sonra kaybettiği konusuna katılırım fakat Galatasaray'ın bundan çıkar sağladığını söylemek en kibar tabirle kötü niyettir. Ofsayt gerekçesiyle sayılmayan goller, golden önce yapılan faulün verilmemesi, sırf durumu eşitlemek için verilen kartlar var ve bu yalnız Galatasaray için değil Kayseri tarafı adına da hatalıydı. Herkes maçtan sonra takımına övgüler yağdırmak ister, yalnızca futbol konuşmak ister ama bizi bize bir türlü bırakmıyorlar ki... Oysa ben mesela Belhanda'nın nefis penaltısını konuşmak istiyorum. Steven'ın Galatasaray'a yaptığı ve yapacağı katkıyı konuşmak istiyorum. Takımın özellikle ilk yarıda nefis bir ofans futbolu oynadığını konuşmak istiyorum. Diagne'nin takımdan dışlandığını ve yalnız kaldığını, bunun sebebinin şampiyonluk kutlaması dahil kendi kendini soyutlaması olduğunu düşündüğümü konuşmak istiyorum. Ama bizi bize bir türlü bırakmıyorlar! Neyse bu da böyle olsun. İt ürüsün biz kervanımıza bakalım. Maçın golleri Belhanda, Babel ve Adem'den geldi. Sen yine aslan gibi savaş GALATASARAY! En çok seni seviyorum!

Günlerden Galatasaray #2

Gerçekten delirmemek elde değil. Kapanan takıma karşı özellikle ikinci yarının başında yapılacak her şeyi yapıp son dakikada gol yiyerek berabere kalmak da bir beceri cidden. Maçın kırılma noktası tamamen golü attıktan sonra geri çekilmemiz bence. Kabul bak, rakip top oynamaya gelmemiş. Golü yedikten sonra oynamaya başladılar. Fakat onlar oynamaya başladı diye sen bırakmamalısın oynayacağın oyunu. Aksine üstüne üstüne gitmelisin ki hata yapsınlar. İkinci haftada ikinci puan kaybı geldi maalesef. Açıkçası bu noktada tek tesellim ve beni umutlandıran tek nokta takımın oyununu oynayabiliyor olması. Maçı kazanmış olsak cayır cayır Steven Nzonzi övecektim mesela burada. Nokta transfer ve ilk maçı olmasına rağmen zerre sırıtmadı bence. Maçın tek golü Babel'den gelmiş olsa da içerideki ilk maçımızda Konya ile 1-1 berabere kaldık maalesef. Giden 2 puan olsun. Nasılsa telafi ederiz. Sen yine aslan gibi savaş GALATASARAY!

İki Şiirin Arasında | Yekta Kopan

İlk kez bir Yekta Kopan kitabı okudum. Çeşitli dergilerde yayımlanmış çeşitli hikayeleri mevcut kitapta. Hikayelerdeki karakterler genelde şehirli insanların yaşadıkları sıkıntılardan yola çıkılarak yazılmış bir kitap olarak karşımıza çıkıyor. Yekta Kopan'ı dinlerken keyif alan biri olarak kitabı bir parça tereddütle aldım aslında. Ama neyse ki tereddütlerim yersiz çıktı. Çünkü dinlemekten keyif aldığım bu adamı okurken de çok keyif aldım. Totalde 11 adet hikaye var kitapta. Benim favorim "Amcamın Yaşama Savaşı" oldu. En sevdiğim cümle ise epey havalı. Diyor ki “hayat, lunaparktaki aynalar gibi. Güldürücü ve kişiyi kendi gerçeğiyle yüzleştirmemeye kararlı.” Nasıl ama?! Kitabın son sözünde Yekta Kopan herkese iyi günler ve geceler diliyor. Ben de aynı şekilde bitireyim. Hepinize iyi günler ve geceler dilerim. Kitabın bendeki baskısı Can Yayınlarından, 144 sayfa ve 16 TL. Hikayeciyseniz, deneyin tekrar görüşelim. Ben uzun kitapçıyım arkadaş derseniz size gelmez maalesef.

Hasan Şaş

Hayatımın Galatasaray döneminin başlangıcında tanımıştım onu. Bu kel, delibozuk, hırçın ve hırslı adam Galatasaray'ın kendisi gibiydi. Hakkını yedirmeyi istemiyordu. Hırsı tamamen kazanma üstüneydi. Futbolcuyken hırslıydı, teknik ekibe girdi Hocamın yanında değişmedi. Açıkçası hala da öyle. Geçen sene Fenerbahçe maçında göze batmaya başlayan bu hırsı son Denizli maçında tribünlerle girdiği diyalogla bazı çevrelerce "futbola yakışmayan adam" olarak yaftalanmasına sebep oldu.

Hasan Şaş için çok şey söyleyebilirsiniz ki birçoğunu ben biraz evvel yazdım. Fakat "futbola yakışmıyor" ifadesi Hasan için kullanabileceğimiz son sıfat bile değil. Hasan'ı futboldan uzaklaştırmaya çalışmadan önce 4-5 kişi gazeteciye saldıran futbolcuları konuşalım mesela. Yahut çok değil birkaç ay evvel bir maçtan sonra, canlı yayında, hepimizin gözü önünde birebir şu cümleyi kuran kulüp başkanını konuşalım "yanımda silahım olsaydı o hakemi vururdum". Yahut milli takım kampında uçakta babası yaşındaki bir gazeteciye sövüp sayan kaptanı konuşalım. 

Hasan'ın hırsını törpülemesi hatta mümkünse tamamen kendini geliştirip futbolcuları yönlendirmesi noktasına kanalize etmesi tek temennim. Fakat ilk akla gelen yukarıdaki üç örneğe rağmen Hasan Şaş futboldan uzaklaştırılınca futbol temizlenecekse önce temizlenir diyen zihinleri futboldan uzaklaştırmamız gerektiğini düşünüyorum ben. Hasan Şaş Galatasaraydır, Galatasaray da tam olarak Hasan Şaş: başarısızlığı kabullenmeyen, hiçbir haksızlığa tahammül edemeyen, hak yemeyen ve hakkını da asla yedirmeyen... İyi ki varsın Hasan Şaş. Seni çok seviyoruz. Lütfen insanların seni yumuşak karnından vurmasına izin verme. Çünkü sen çok kıymetlisin.

Kardeşinin Ölümsüz Gözleri | Stefan Zweig

İlk kez bu yayınevinden bir Zweig kitabı okuyorum, çok hoşlanmadığımı söyleyerek başlamam gerekiyor. Kitaptan değil, yayınevinden. Fakat tuhaftır, ne Can Yayınlarında ne de İşbankası Kültürde bu kitap görünmüyor. Zweig sevdiğimi bilen bir arkadaşım Kendileri ile Savaşanlar ile bu kitabı bana hediye etti. Kendileri ile Savaşanlar daha biyografik bir eserken bu kitap biraz kıssadan hisse hikayelerine benziyordu garip şekilde. Çok eski zamanlarda yönetimde bulunan Virata isimli bir karakter var. Virata ülkenin kralının en yakınındaki isimlerden birisi. Adaletin başına geçiyor, kralın danışmanlığını yapması isteniyor, bilge olarak değerlendirilip halk tarafından "erdemin dört adıyla onurlandırılıyor". Kitapta birebir geçen cümle bu. Fakat Virata, insanların hakkına girmekten, günah işlemekten korkup inzivaya çekiliyor. Yine de insanlarla etkileşime girmekten kurtulamıyor bir türlü. Hayatta herkesin belli bir rolü olduğuna, o rolü yaşamak zorunda olduğumuza, kendimizi soyutlamak istesek de bunu başaramayacağımıza ve aslında başarmamamız da gerektiğine dair nefis bir hikaye. Kitabın bendeki baskısı İlgi Kültür Sanattan, 80 sayfa ve 8 TL. Mutlaka edinip denemenizi öneririm.

Günlerden Galatasaray #1

İlk elin günahı olmaz klişesiyle başlıyorum lige. Deplasman tatavası yapmadan kapatacağım yazıyı. Çünkü gerçekten ilk mağlubiyetin ilk haftadan gelmesinin deplasmanla alakalı olduğunu düşünmüyorum. Takım hazır değil. Bedenen orada olsalar da zihnen sahada değildi hiç kimse. 2-0'lık mağlubiyet ile birlikte kaçırılan penaltı, görülen kırmızı kart falan da tüy dikti açıkçası. Ve elbette Rodallega'dan bahsetmiyorum bile. Kendisi dünyaya beni mutsuz etmek için gelmiş bu çok belli. Neyse. İlk maçın gerçekten günahı olmaz. Kafayı Samiyen'de oynanacak Konya maçına kitlemek lazım şimdi. Sezonun içerideki ilk maçı, Hocamın cezası bitiyor, kazanıp Mayıs 2019'da koyduğumuz hedef olan 23. şampiyonluğa adım adım yaklaşmamız lazım. Sen yine aslan gibi savaş GALATASARAY, savaşmayınca noolduğunu hepimiz gördük sanıyorum.

Cemile | Cengiz Aytmatov

Kitabı elime ilk aldığımda arka kapağına baktım. "Birçoklarınca en güzel aşk hikayesi olarak değerlendirilmiştir" gibi iddialı bir cümle yazıyordu. Aytmatov isminin yanına aşk hikayesi geldiği zaman gözümde tek canlanan Selvi Boylum Al Yazmalım hikayesi olur normalde. Ve gerek kitap gerekse film çıtayı öyle bir yere yükseltmiştir ki "en güzel aşk hikayesi" gibi bir iddiada bulununca sırf merakımdan aldım okudum Cemile'yi. Beklenti bu kadar büyük olunca hayal kırıklığı da kaçınılmaz oldu elbette. Cemile, 2. Dünya Savaşına kocasını asker olarak göndermiş bir kızcağız. Tarlalarda çalışıp askerlere yapılacak ekmeklerin buğdayını taşımakla görevli. Gel zaman git zaman Cemile'nin gönlüne bir başka sevgi düşüyor. Hikaye de bu sevgi üzerine kurulu zaten. Efsane bir hikaye mi, değil. Öte yandan çizdiği pastoral hava, türkülerle desteklenen kısa diyaloglar ve bilhassa Aytmatov'un basit ama etkili dili keyif veriyor. Kitabın bendeki baskısı Ötüken Neşriyattan, 80 sayfa ve 6,48 TL. Öyle boş bir zamanda denemeye değer. Okumazsanız da bir kaybınız yok sanıyorum.

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm | Zülfü Livaneli

Sokakta yazsın, kaldırımda okurum. Öyle seviyorum, öyle saygı duyuyorum. Livaneli'nin okumadığım tek bir kitabı, yazısı, cümlesi kalmasın istiyorum. Kitapta siyasetten 80 dönemine, darbeden mülteci sorunlarına, göçlerden psikolojiye birçok alana göz kırpan nefis bir kitap. Biraz karamsar, ama demin sıraladığım konuları düşününce çiçekler açan bir kitap olmasını beklemek mümkün değil elbette. Kitabı okurken kafamın içinde yanıp sönen cümle ise şuydu: bu kitabın ne güzel filmi olurdu! Ana karakterimiz Sami, apolitik olarak karşımıza çıkıyor. Fakat hayat onu İsveç'e siyasi mülteci olarak sürüklüyor. Sami'nin hikayesini okurken ülkede yaşanan kötü olayların 30-40 yılda bir kendini tekrar ettiğini düşünmeden edemiyorsunuz. Aynı konuları saplantılı şekilde sorun haline getirmişiz, aynı aktörler tarafından bu sorunlar bastırılmaya çalışmış, masum olanlar da sürekli aynı şekilde mağdur edilmiş gibi... Bunu düşünmek çok acı ama kendi etrafında dönüp durarak kuyruğunu tutmaya çalışan bir kedi gibi koca ülkenin insanları. Çarpıcı bir kitap bence mutlaka edinip okuyun. Kitabın bendeki baskısı Doğan Kitaptan, 212 sayfa ve 22,50 TL. Kaçırmayın!

İmparatorluğun Son Nefesi & Osmanlı'nın Yaşayan Mirası Cumhuriyet | İlber Ortaylı

Hiç bu kadar uzun başlıklı bir kitap kritiği yapmamıştım blogda. Yazarken yoruldum :) Son söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim: hayır arkadaşlar, kitap ağır bir dille bildiğimiz tarih kitapları gibi hatta bildiğimiz İlber Hoca kitapları gibi yazılmamış. Gayet akıcı, öğretici, seviyesi epey yüksek, çeşitli yerlerden alıntı yapılarak derlenmiş müthiş bir eser! Okurken tek bir sayfasında bile sıkıldığımı, burayı da geçeyim bari dediğimi hatırlamıyorum. Tam aksine, bitmemesi için çaba sarf ettim diyebilirim. Hocanın dilini, anlatımını çok seviyorum fakat tarihi ders gibi okumayı sevmiyorum. Hoca ile bunu kırdım sanırım. Yazsın, daha çok daha öğretici kitaplar yazsın ki biz de hem doğrusunu öğrenelim hem de sıkılmadan, yorulmadan, tarihten soğumadan tarihi anlayabilelim. Keşke tarih ve sosyal bilimler derslerinin müfredatını Hocadan incelemesini isteyebilecek kadar vizyon sahibi insanlar olsaydı eğitimin başında. Hoca bundan epey dert yanmış çünkü bu kitabında. Bi el atsa, sanki bizden sonrakiler bizim kadar yorulmaz tarih öğrenirken... Kitap Sened-i İttifak ile başlayıp Lozan Antlaşmasına kadar geçen dönemi anlatıyor. İç ve dış meselelerimizin bazılarına göndermede bulunuyor. Dolu dolu bir eser. Tarihten bucak bucak kaçan ben bile sevdiysem, herkes sever bu kitabı. Kitabın bendeki baskısı Timaş Yayınlarından, 288 sayfa ve 32,50 TL. Mutlaka okuyun!

2019-2020 Sezonunun İlk Kupası

Geçtiğimiz çarşamba Eryaman'da kupa finalisti Akhisar ile karşılaştı Galatasaray ve yeni sezona yine kupayla başlangıç yaptı. O gün stattaydım elbette. Galatasaray Ankara'ya geliyordu, geldiği stat temelleri ben Ankara'dan ayrılmadan atılmış olan fakat gitmemin bir türlü kısmet olmadığı Eryaman Stadıydı ve Eryaman Stadı da ciğerparem ile komşuydu. Biz de bu fırsatı kaçırmadık biletlerimizi erkenden edinip tribünde yerimizi aldık o akşam. Mesai çıkışı hızlı tren nimetiyle gittim Ankara'ya ertesi sabah birkaç saatlik uykuyla trenle dönüp yine mesaiye geldim. Müthiş bir yorgunluk olsa ve hala atamasam da değerdi. Çünkü statta onları yakından izlemek, yukarıdaki fotoğrafa dahil olmak anlatılması güç bir keyif veriyor. Bu arada stat güzel olmuş, küçük kutu gibi. Tribünler yakın. Özellikle benim izlediğim maraton tribününde maçın içinde gibi hissediyorsunuz. Hadi fotoğraflara bakalım!