All The Light We Cannot See - Göremediğimiz Tüm Işıklar | 2023

Nasıl yumuşak nasıl güzel bir dizi anlatamam. Netflix'te izlediğim en nahif şey olabilir. Dün gece itibariyle bitti ve artık kişisel tarihimde de olmasını dilediğim için uyandığımla kahvemi alıp bilgisayarımın başına oturdum ve başladım dökülmeye. Son söyleyeceğimi de yazıya geçmeden en baştan söyleyeyim: Bu diziyi izlemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum. Öyle keyifli bir dizi çekilmiş ki İkinci Dünya Savaşı ekseninde geçen bir iş için can yakmadan akıp gidiyor. Haydi hemen konuşalım.

Diziyi izlemeye başlamadan önce oyuncu kadrosunu şöyle bir gözden geçiririm. GTI için kontrol ettiğimde gelmiş geçmiş en sevdiğim diziler listesinde ilk üçü zorlayan House'un başrolü Hugh Laurie'nin olduğunu gördüm. Ooo sürpriz, en sevdiğim. Şu bir gerçek, bu adamı ekranda izlemenin keyfini anlatmama imkan yok. Evet, uzun zaman sonra görünce buldumcuk olduğum Laurie övgüsünü sona erdirip diziye dönebilirim. Dizi Netflix'te yayınlanıyor, bir kitap uyarlaması, dört bölümlük bir mini dizi ve bölümleri yaklaşık birer saat. Konusuna dönecek olursak, dizi İkinci Dünya Savaşında geçiyor. Görme engelli Marie (Aria Mia Loberti) ve babası Daniel'in (Mark Ruffalo) Paris'te yaşarken Nazilerden kaçarak amcaları Etienne (Hugh Laurie) yanına taşınmalarının hikayesini anlatıyor. Bu arada Daniel'in Paris'te çalıştığı müzede sergilenen bir değerli taşın da Nazilerin eline geçmemesi için yanlarında götürüyorlar. Daniel, Marie'nin görmemesi nedeniyle hayatını idame ettirebilmesi için yaşadıkları bölgenin bir minyatürünü yapıyor. Kız da dokunarak nerede ne var, hangi binanın arasında ne kadar mesafe var, öğrenerek kendi kendine yaşamayı öğretmeye çabalıyor aslında. Bir babanın, engelli bir çocuğu olan bir babanın, evladının kendisine bağımlı olmadan da hayata devam edebilmesini sağlamak için gösterdiği çaba ve bunu duygu pornosu yapmadan, hayatın doğal akışında yaparak anlatması dizinin verdiği en net alt mesajdı bence.

Etienne'in başka bir savaşta asker olması ve tekrar büyük bir savaşı görmemek için kendini evine kapatması ve radyo frekanslarını kullanarak doğruları, iyiyi, güzellikleri anlattığı bir program yapması bizi dizinin diğer başrolü, radyo mekaniği dahisi, Alman askeri olarak gördüğümüz Warner'a (Louis Hofmann) çeviriyor. Marie ve Warner, Etienne'in bu programını küçükken dinliyorlar. Neticede "düşman" olarak da olsa yolları kesişiyor. Marie'nin, Etienne'den devraldığı radyoculuk işi savaş esnasında bombaların düşeceği yerlerle ilgili bir gizli istihbarat ağına dönüşüyor ve bir şekilde Nazilerin radarına giriyor. Zaten Warner ile yolları da bu şekilde kesişiyor. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili dokümanları izlemek ve okumak, beni çok etkiliyor. Evet, mensubu olduğum milletin savaşa katılmadığının farkındayım ama dünya çapında uzak doğudan, uzak batıya kadar tüm insanların bir şekilde dahlinin olduğu, insanların öldüğü bir olaya ilgi duymak beni bu dünyanın bir parçası yapıyor bence. Bir de görsel olarak ekranda, edebi olarak kitaplarda koyduğu sanat tavrını çok tatmin edici buluyorum. Herhangi bir kurguyu okuyup izlemektense gerçekten bunları yaşamış, hatta çok çok daha şiddetlisini yaşamış insanların var olduğunu düşünmek ürkütücü seviyede sahici görünüyor bana. Kitabı okumamış olmakla birlikte dizinin çok keyifli olduğunu söyleyebilirim. Belki de şu "kitaptan uyarlama filmler/diziler tatmin etmez" mottosunu ufak ufak yıktığımız günlere gelmişizdir. Ne dersiniz? Fragmanla bağlayarak bitiriyorum. Vakit ayırırsanız, izlediğiniz şeyden hoşlanacağınıza emin olabilirsiniz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yazın bakalım 😎