Ölüm

Başlığın iç karartıcı olduğunun farkındayım. Bu konuyu konuşmak bile benim için bir tabudur, o derece uzak kalmaya çalışıyorum. Fakat bugün, istiyorum ki korkularımdan kurtulmak için onların üzerine gideyim. Asla, asla dememek gibi, kaçındığım bu konuda birkaç cümle çıksın parmaklarımdan. En azından bir sonraki taziyem için daha dik durabileyim. Bakalım neler çıkacak? Ben merak ediyorum, yetmez mi? Bence yeter!
Öncelikle bu konu nereden çıktı? Blogun sağından aşağı doğru kaydırırsanız en sevdiğim izlenceler arasında bulunan Sex And The City dizisini görebilirsiniz. Geçtiğimiz sene başında dizinin yeni bir sezonunun olacağının haberi gelmiş ve çekimlere başlanmıştı. Dizinin yeni sezonunun, en azından birkaç bölüm çekilecek bu yeni işin adının And Just Like That olduğunu öğrenmiş ve birkaç fragmanı izledikten sonra sanki aradan 16 sene hiç geçmemiş gibi hissetmiştim. Neticede 9 Aralık gelip çattı ve altyazı çevirmenlerimiz ile malum siteler sağ olsun biraz evvel, tam da dizi izlenecek saatlerde bilgisayarımı açıp ekranın karşısına oturdum. İzlememiş olanlar ve izlemeyi planlayanlar için yazının bundan sonrası spoiler dolu olacak uyarmış olayım.

Dizinin 2 bölümü yayınlanmış ve 40'ar dakikadan 1 saat 20 dakika kemiksiz gözyaşlarıyla izledim. Çünkü başrollerden Carrie'nin eşi, 6 sezon ve 2 filmde artık kavuşsunlar diye izlediğim Mr.Big lakabıyla tanıdığımız John James Preston, tıpkı dizi çekilmeden önce düşen bilgilerde olduğu gibi bir kalp krizi geçirerek öldü. Aslında konumuz kurgu bir karakterin ölmüş olmasından ziyade Carrie karakterinin ölümü nasıl karşıladığıydı. Dizide tekrar eden şekilde hayatının aşkı kavramından, ruh eşi kavramından ve John'ın bunları direkt karşıladığından bahsediliyordu. İkinci filmin sonunda John'ın göğsüne uzanıp vaat edilen "mutlu sona" ulaştığımızı görüp kendimce ben de mutlu olmuştum. 

And Just Like That'te ilk bölümde işte "o adamın" ölümünün ardından Carrie'nin duruşu ve tavrı bana bir şeyler düşündürdü. Ölümü karşılama şekli, cenazedeki tavrı, yalnızlığı kabullenişi ve en azından iki bölümde çizdiği profil gerçekten olmam gereken kişiyi işaret etti bana. Birkaç satır yukarıda da yazdığım gibi, ben, belki de yaşanmamışlıklarımın verdiği şımarıklıkla, ölüm konusunun açılmasına bile tahammül edemiyorum. Kendi ölümümle ilgili de değil bu korku. Tamamen sevdiklerimin kaybıyla ilgili yaşadığım tedirginlik. Kafamı çevirdiğimde artık orada olmayacak biri, telefonu elime aldığımda sesini duyamayacağım biri, mesaj attığımda yapılmayacak bir geri dönüş fikri beni o kadar korkutuyor ki, ellerimin titremesine ve soğuk soğuk terlememe neden oluyor. Birinin kaybını kabullenmemek, artık orada olmadığının acısını yaşayabilmek elbette normal. Fakat kendi adıma söylüyorum, fikri bile bu kadar korkutuyorsa başıma gelmesi halinde şirazemin kayacağı fikrine kapılmam çok uzak ihtimal gibi gelmiyor.

Oysa şu kadının duruşuna bakın... İnci kolyesi, şık şapkası, sade kıyafeti ve tüm asaleti ile orada dimdik duruyor. Yalnızca kurgu bir karakter böyle yaşamış olamaz bu acıyı. Böyle bir kadın bir yerlerde yaşıyor ki bu senaryoları yazan insanlara ilham olabiliyor. Nasıl bir kadın olmak istiyorsun diye sorulsa, işte tam böyle bir kadın olmayı isterdim. Hiçbir rüzgarın yıkamadığı, belki sarstığı, üşütüp titrettiği ama asla yıkamadığı, kendi kendine yetebilen bir kadın. Özendiğim kesinlikle yalnızlık değil, tam aksine, kendisini seven insanlarla çevrili, onların varlığına kendi gücünü de ekleyebilen bir kadın. Kendi çapında bir süper kahraman! Yine de sevdiğim insanlar ne kadar geç giderse o kadar sevinirim. Teşekkürler, iyi günler. Diziyi herkes sevmeyebilir, o yüzden tavsiye kısmını takdirinize bırakıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yazın bakalım 😎